Bir göktaşının Dünya’ya çarpacak olmasını, hiciv yoluyla anlatan bir film elbetteki anti Trump olacaktı. Bundan sonraki işi pro Biden bekliyorum..
Hollywood’un en güçlü figürlerinden yönetmen Steven Spielberg’in Netflix’vari dijital platformların yükselişe geçtiği dönemde /sanırım 2019’un başlarıydı/ bana göre haklı bir isyanı olmuştu. “Sinema, sinema salonunda izlenir” diyordu ünlü yönetmen. Daha önce de çokça söylenmiş bir cümle ancak Spielberg’in insani vurgusu onun çıkışını farklı kılıyordu; Sinemanın büyüsü, birbirini tanımayan insanların bir salona doluşup, aynı anda aynı şeyi izlemesindedir, minvalinde bir serzenişti.
Tamamen katılıyorum. Mesele sadece sinema perdesi değil ki. Yabancılar arasında duygulanma deneyimini tekrar tekrar yaşayarak sinema üzerinden bir çeşit kardeşlik bağı kurmak. Evlerdeki ekranların görüntü kalitesi beyaz perdeyi geçti sayılır. Ancak kast edilen büyülü havayı evin konforunda yakalamak imkansız. Önceden plan yapmak, arkadaşlarla buluşmak, sevgiliyle el ele tutuşmak, bilet almak, seansı beklemek, karanlıkta koltuğunu bulmak, /bizim zamanımızda yer göstericiler de bu plana dahildi/yüzlerini dahi seçemediğin yabancılarla bir deneyimi paylaşmak, 10 dakika arada çıkmak, büfeden alaska almak. Sonrasında sağda solda takılmak. Yaz da yaz. Mesela ben sinemaya haftada üç dört kez gittiğim 20’li yaşlarda kendimi en çok İstiklal’de geç bir saatte sinemadan çıkmış ve gecenin soğuğuna pek de aldırmadan caddede takılır vaziyette hatırlıyorum.
Spielberg’ten olmayacak duaya Amin
Bakın yazarken bile o günleri canım çekti… Tabii İstiklal’in “efso” zamanlarını da.. Yeni bir film izlemenin heyecanını artıran bu detaylardı belki. Şimdi siz gelin de bir tık’la bu zevklere ulaşın. Yani ne kadar teknoloji o kadar az heyecan, dolayısıyla da daha az zevk demekmiş, bunu da anlamış olduk bu devirde.
Malum, zevki tetikleyen öncesinde duyulan heyecandır. İşte kendini bilimden soyutlayan teknoloji yaşamdan gerçek anlamda keyif almanın önündeki en büyük engele dönüşüyor giderek.
Gerçi 2019’da da Spielberg’in bu ümitsiz çıkışı beni hüzünlendirmişti. Olmayacak duaya Amin dediğini düşündüğüm için. Yaşlılık biraz böyle bir şey; zamanı geri alabileceğini sanmak. Kadere bakın ki, arkasından pandemi patladı ve savaşta bile açık olan sinema salonlarının kapısına dünya çapında kilit vuruldu.
Netflix durur mu, tabiri caizse iyice gemi azıya aldı. Pandemide ekran başlarında harcanan süre Netflix’in kar hanesine yazarken bildiğimiz anlamda Hollywood’un sonunun geldiğini düşünüyordum. Tabii bu arada HBO, Apple TV gibi rakipler de boş durmadı ancak hepsini tek tek anlatmaya lüzum yok.
Gelelim Spielberg’ten Netflix’in son filmi Don’t Look Up’ın yönetmeni Adam McKay’e..
McKay ne de olsa daha genç (Spielberg ile aralarında 18 yaş var) ve belli ki oyunu yeni kurallarıyla oynamaya hevesli. Üstelik de başarılı olmuş. Türkiye’deki izleyicinin The Big Short (Büyük Açık) ile gönlünü kazanan yönetmen Don’t Look Up’ta, Netflix seyircisini çok iyi yakalıyor. Zaten yönetmen olarak başarısı bu.. Gerisi adeta bir yıldızlar geçidi olan oyuncu kadrosunda. Hatta onlara bile fazla iş düşmemiş. Her biri gerçek hayattan sinemaya aktarılan karakterleri birebir taklit etmişler, o kadar.
Netflix Hollywood’un unsurlarından /yönetmen, senarist, oyuncu/ yararlanarak, bir anlamda ona rakip olacak epey sayıda film çekti. Ancak inanılmaz bir beklenti ve aynı ölçüde de hayal kırıklığı yaratan The Irishman (yönetmen Martin Scorsese) filmi de dahil olmak üzere, Hollywood’a gerçek bir alternatif olamadı. Platform olarak oldu ancak kendi üretimi olan filmler, Hollywood’un şaşasının gerisinde kaldı. Anlatım olarak da biraz acemilik seziliyordu. 2018 yapımı Altın Aslan ödüllü, 10 dalda Oscar adayı olan Roma filmi (yönetmen Alfonso Cuaron) ise Hollywood’un dışında kalan bir yapım zaten.
Diziler çok farklı bir alem. Orada sadece algoritmalar üzerinden giderek ciddi atılımlar yapmak mümkün, sinema daha farklı, daha zor. Algoritmaları aşan bir vizyona ihtiyaç var.
5 Aralık haftası ABD’de seçili sinema salonlarında gösterildikten sonra Netflix’te yayına giren Dont Look Up, en azından bana “İşte bu” dedirtti.
Filmi üst düzey bir sanat yapıtı ya da çok şahane bir şey sandığımdan değil elbet bu sözüm. Ancak klasik yani bildiğimiz Hollywood’un zorlanmadan yaptığı en iyi şey nedir?
Artık dünyanın her yerinde sinemaya dair her şey Hollywood’dan daha iyi yapılıyor bana göre. Bir tek şey hariç; Aşırı bayalığa düşmeden eğlendirmek ve tür ne olursa olsun izleyicinin keyifli zaman geçirmesini sağlamak.
Bakmayın zor bir şeydir bu dediğim. Türk sinemasında son 40 yıldır filan yapılamıyor nitekim.. Hollywood’un varsa bir marifeti budur. Sanata yakın filmler de çekmiştir bu endüstri ancak onlar da gene izleyiciyi ön plana alır.
Kendi hikayesini anlatamayan toplumlar
Ben her daim, herkes kendi hikayesini kendi yazsın, kendi anlatsın, derdindeyim. Canımıza tak eden klişelerden ancak bu şekilde uzaklaşabiliriz. Vekaleten anlatılan hikayelerin pek tadı tuzu olmuyor. Hiçbirinizin itiraz etmeyeceğini umduğum bu cümlemin arkasından bir “ama” geliyor maalesef.
Nedir o “ama”?
Aması şu; kendi hikayesini anlatmayı unutmuş görünüyor dünyanın geri kalanı. Uzun zamandır bu böyle. 20’inci yy’dan bize kalan bir hastalık. O yüzden anlatmaya kalktığında pek acemi pek sarsak. Talebi de düşük oluyor haliyle bu beceriksiz anlatıların.
Neyse, konunun bu tarafı başka bir yazının konusu..
Don’t Look Up ile ilgili spoiler derdim pek yok açıkçası. Özellikle bugün film eleştirisi yapıyorum yanılgısıyla kaleme alınmış ve tek yaptığı uzun uzun filmin konusunu anlatmak olan iki adet ultra sıkıcı yazıya denk geldim ki evlerden ırak.
Dolayısıyla aynı yanlışı tekrar etmeye ne niyetim ne mecalim var.
Herhalde şu ana kadar pek çoğunuz, filmin ana temasından, oyunculardan vs az çok haberdar oldunuz.
Filmin Leonardo Di Caprio, Timothee Chamelet, Jonah Hill, Ariana Grande, Meryl Streep, Chris Evans, Mark Rlyance, Cate Blanchett ve Jennifer Lawrence’dan oluşan yıldız kadrosu, ABD’de epeydir night show’lara konuk oluyordu.
Tanıtım amaçlı bu programları gördüm ancak izlemedim. Beklentim bu kadrodan ya “Anti Trump” ya da “Pro Biden” bir şey çıkar yönünde idi. Çünkü kadro tamamen bu doğrultuda oluşmuş.
Gezegenimiz Dünya’ya, 6 ay sonra çarpması kesin olan bir göktaşının bir taşra üniversitesindeki iki bilim insanı tarafından tespit edilmesinden sonra gelişen olayları kara mizah ama daha çok hiciv tadında anlatan bir film elbette Anti Trump olacaktı. Konu ciddiyetle ele alınmış olsa idi “Pro Biden”.
Trump döneminin bilim karşıtlığı, damat ve oğluşlardan beslenen liyakatsızlığı, cahil ve faşist bir başkanın ülkeyi ve hatta dünyayı yok edebileceği, Trump yandaşı TV’lerin rezilliği, bölünmüş toplumun aymazlığı, sanatçıların iki yüzlülüğü, her işten eğlence sektörünün ve 100 milyar dolarlık teknoloji şirketlerinin kazançlı çıkması, velhasıl yakın dönem ABD’sine sirayet etmiş her türlü hastalık ve zayıflığın tek bir filmde kotarılması için konu inanılmaz müsait. Çünkü içinde NASA’sı da var, CIA’si de, Pentagon’u da, Senato’su da, Beyaz Saray’ı da, Medyası da ve elbette bunların hepsine birden hükmeden güya yüksek teknoloji şirketleri ve onların über hırslı patronları.
Bu dediklerin bize de pek tanıdık geliyor, diyorsanız, filmde 50 bin dolarlık çantanın ve TÜBİTAK’a atanan hayvanat bahçesi yöneticisinin izini sürmeniz dahi mümkün. Dedim ya film bayağı eğlenceli..
Ancak bu eğlence içinde pek fazla zeka barındırmıyor. Aptalca değil elbette hiçbir şey. Sadece hep en kolay yol tercih edilmiş ya da başka türlüsü akla dahi gelmemiş.
Streep’in dişi Trump’ı, Blanchett’in üst düzey yozluk sembolü Fox spikeri, hatta çok beğenilen ve benim de takdirimi kazanan Mark Rlyance’nin Elon Musk, Apple’in ebediyete intikal eden ve adını şu anda adını hatırlayamadığım (google’layın canlar, adamlar ölümsüz olayım derken tamamen unutuldu ahaha) kurucusu ve türevlerinin hem kimyevi hem fiziki bir bileşimi olan ve tek yönlü bir teknolojiyi bilim diye yutturmaya çalışan insanımsı adamı, bunlar hepsi asıllarının birebir kopyası gibi.
Yüksek teknoloji şirketi diye geçen uydurmasyon kar realizasyon merkezlerinin istihdam ettiği mühendisler vs, gerçek bilim adamlarından daha fazla kıymet görürse, bilimin de onun ürünü olan teknolojinin de giderek içi boşalıyor.. Bu da insanlık için ölümcül bir tehdit. Bana göre filmin en hoş tarafı gereği gibi işlenmiş olmasa da bu açık ve yakın tehlikeyi vurgulaması.
Oyuncular karakterlere kendilerinden fazla bir yorum katmamış, dolayısıyla oyunculuklar taklit düzeyinde kalmış. Hani, “Bize bir Elon Musk ya da Trump taklidi yapsana tatlım” gibi bir şey olmuş.
Ama gene de olmuş, haklarını teslim edelim.
Bendenizin en çok gönlünü çelen ise kadın başkanın Beyaz Saray’da istihdam ettiği evlere şenlik oğlunu canlandıran ve zaten pek beğendiğim komedyen Jonah Hill’in oyunculuğu oldu.
Leonardo DiCaprio ve Jennifer Lawrence başrol diye geçse de doğru değil. Başrollerden ikisi diyelim..
DiCaprio hakikaten iyi oyuncu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor ki onun karakteri taklit değil özgün. Jennifer’inki de öyle ancak ben aynı başarıyı onda göremedim. Hatta üzgünüm ama abartılı ve itici performansı filmi biraz düşürmüş. Timothee ise olsa da olur olmasa da düzeyinde.
Filmin sürprizli sonu gerçekten ayrı bir keyif veriyor..
Son olarak, ben bu ve benzeri bir kadrodan yeni bir iş bekliyorum. O da şu; Biricik gezegenimiz gene gerçek bir tehlike ile yüz yüze gelecek ancak bu defa sağduyulu politikacılar ve kahraman ABD askerleri sayesinde insanlık kurtulacak. Trump’ı gömdük ama yetmez, yeni yönetime de bir selam çakmak şart, değil mi?
Bekleyelim, görelim..
Keyifli seyirler diliyorum.