Bir gazetenin en kıymetli yeridir orta sayfalar..
En önemli dosyalar, en sansasyonel söyleşiler gazetelerin ortasına denk gelen iki sayfaya açılır. Daha doğrusu “açılırdı” demek gerekiyor çünkü eminim ki bu satırları okuyanlar basılı bir gazeteyi ellerine almayalı uzun zaman olmuştur.
Pazar günleri, gazetelerin Pazar ekleriyle çoğalıp sabah kahvaltısından önce evlerimize konuk olduğu zamanlar artık bir şehirli nostaljisi. Ya da işyerimize vardığımızda masamızın üzerinde günlük gazeteleri bulduğumuz ve ilk kahvemizle birlikte birinci sayfalara göz attığımız günler.. Ekmekten önce gazetemizi alıp, otobüse, servise bindiğimiz, sabah mahmurluğunu günün ilk haberleriyle atlattığımız hafta içleri…
Uzun anlattım, gözünüzde canlansın diye, hatta belki matbaadan yeni çıkmış gazetenin mürekkeple karışık kağıt kokusunu duyanlarınız da olur.
Gazeteciliğe Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Cumhuriyet Gazetesi’nin Cağaloğlu’ndaki eski binasında adım attım.
Lamartin’den Rumeli Hisar üstüne uzandığım günler sona ermiş, Babıali günlerim başlamıştı. Basımımız o zaman da diğer sektörlere göre daha hareketli, tabiri caiz ise olaylara, kendi içinde sonu gelmez krizlere gebe idi. Nitekim Cumhuriyet’te çalıştığım 2.5 yıl içinde bunu daha ilk aylardan hissetmeye ve birebir yaşamaya başlamıştım. Piyasa o kadar renkli, hareketli ve bugünün aksine rekabetçi idi ki Babıali Yokuşu’ndan o günlerin tabiriyle “Plaza Basını”na ışınlanacağım zamanlar fazla uzak olmayacaktı.
Orta Sayfa’da sizlerle bulusurken ortadan gitmek gibi bir kaygımız olmayacak elbette…
90’lı yilların başında henüz tıfıl bir muhabir iken meslek büyüklerimizden sıklıkla “Sizler basının kötü dönemine denk geldiniz” minvalinde cümleler duymaya alışmıştım. “Eski günler” çok şatafatlıydı ama biz yeni kuşak maalesef bu sıkıntılı döneme denk gelmiştik. Genel kanı bu şekildeydi. Meslekte piştikçe bu önermenin doğru/yanlış taraflarını da ayırt etmeye başladım. Bazı bakımlardan haklıydılar, sendikal haklar daha o zamanlardan tırpanlanmıştı. Ama sendika fikrine bir Boğaziçili olarak ben zaten çok uzaktım, bu laflar bir kulağımdan girer diğerinden çıkardı. Tahmin ettiğim gibi de benim sendikayla hiç işim olmadı. Ancak ilerleyen yıllarda pek çok arkadaşımın bu yüzden tazminatsız atılmasına şahit olacaktım. Gerçi zamanla öyle dinamikler işin içine girdi ki “sendikasızlaştırma”dan çok daha büyük kötülükler icat edildi.
Bugün benim gazeteciliğe başladığım 90’lardaki fikir ve ifade özgürlüğü ise mumla aranır hale geldi, hatta hayal edilemeyecek kadar uzak ve bildiğimiz anlamda Gazetecilik bir meslek olarak neredeyse tarihe karıştı.
Tarihe karıştı diyorum, evet çok iddialı bir ifade olduğunun elbette farkındayım. Gazetecilik artık bir Direnişe dönüştü memleketimizde, gazeteciler her şeye rağmen, toplumda en fazla ve en önce baskı gören zümre olmalarına karşın dirençli çıktı, ama artık bir meslekten çok bir çeşit uğraş olarak yapılmakta daha doğrusu ancak bu şekilde yapılabilmekte. Bu tespiti ortaya koymadan devam edemem sözlerime..
Meslekteki pek çok arkadaşımın aksine ben İletişim kökenli değilim ama açıkçası bugünün İletişim Fakültelerinde gençlere gazetecilik anlamında ne, nasıl anlatılıyor merak etmiyor değilim. Yoksa gene “mış” gibi mi yapılıyor?
Şu ortamda Boğaziçi Üniversitesi’ne eklemlenmek istenen İletişim Fakültesi ise kara mizah gibi. Zaten Excel dosyası gibi bir “şey”le kamuoyuna gayet ciddiyetsizce duyurulan belgede de yalnızca İletişim denilmiş ve Gazetecilik kelimesi isminde bile geçirilmemiş.
Kişisel tarihime dönecek olursak, gazetecilik benim için “çocukluğumdan beri hayallerimi süsleyen meslek” olmaktan ziyade biraz mecburi istikamet oldu. Yani “ben Gazeteci olacağım” dediğimi filan hiç hatırlamıyorum, ancak anlı şanlı köşe yazarlarını daha 8-9 yaşında iken okumaya başlamıştım. – 12 yaşıma geldiğimde her türlü makaleyi anlayacak ve hatta fikir yürütecek kıvamdaydım. Bu özelliğim hem aile hem okul çevresinde ciddi şekilde dikkat çekmeye başlamıştı. Yazı-çizi ile ilgili bir iş yapacağıma kesin gözüyle bakılır olmuştu. Ancak ilerleyen yıllarda hiçbir zaman yazı yazmayı kariyerist anlamda ele almadım ama hep yazının içinde oldum. Yazıya aşinalığım ve meslekte edindiğim ifade gücü ile kitlelere çabucak ulaşabilme yeteneğim hayatta beni en umulmadık durumlardan çekip çıkardı.
Bu da hayatın güzel sürprizlerinden biri oldu benim için.
O günün Türkiye’sinde Boğaziçi mezunları özel sektörün iştahla beklediği, kendilerine çok ciddi yatırım yapılan genç bireylerdi. Haliyle yönelim de o tarafa idi.
Ancak benim gibi kendisini bir bankada ya da çokuluslu bir şirketin ofisinde hayal etmek istemeyenler, hatta düşününce daral gelenler için seçenekler de dardı. Özgüveni yüksek, biraz hayalperest, burnu da epey havalarda olan bendeniz mezuniyet çoktan gelip çatmış olduğu halde hiçbir alana meyletmemiştim.
İşte tam da o günlerde ilk kez bir gazete, Cumhuriyet Gazetesi, Boğaziçi Üniversitesi’ne mezun adayları için tanıtım yapmaya geldi. Çokuluslu şirketlerin temsilcilerini üniversitede görmeye alışıktık ancak bir Gazete ilk kez Boğaziçi’den yeni mezunları kendi bünyesine katmak arzusundaydı. Bu adeta sektörde bir devrimdi. Müzik Klübünde yapılan toplantıya sırf merakımdan gittim ve talep ettikleri gibi oracıkta kendimi anlatan kısa bir yazı yazdım.
Hemen ertesi gün aradılar ve gazetenin ekonomi servisinde dilersem muhabir olarak başlayabileceğimi söylediler. O zamanın basın şartlarına göre de iyi bir ücret teklif ettiler.
Çok sevindiğimi hatırlıyorum, Cumhuriyet gözümde mühimdi. Ne meslek seçeceğim tasası kendiliğinden sona ermişti. Yani biraz talihin rüzgarına kapılıp, gitmiştim diyebiliriz.
Cumhuriyet Gazetesi’ne girebilmek o dönem çok zordu, bense bu girişim sayesinde kolaylıkla başarmıştım. Gazetede yıllardır kadrolu/kadrosuz çalışanlar da hayretler içindeydi, böyle bir şey görülmemişti.
Ama işte kader ağlarını örmüş, bundan sonraki tüm hayatımı, hatta aşkımı, evliliğimi, hayat yolumu ve hayata karşı duruşumu belirleyecek süreç bir dosya kağıdına o gün okulda çok kısa sürede karaladığım birkaç paragrafla başlamıştı.
Gerisi de geldi..
Gazetecilik iyiydi, hoştu ama sürekli ve sadece güncelle ilgilenmesi, yüzeyselliği yüceltmesi beni biraz sıktı ve meslekle arama mesafe koydu. Bu mesafe hiç kapanmadı. Araştırmacı Gazetecilik denilen kavramın ise -birkaç değerli isim hariç- bir yerlerden sızdırılan dosyaların kuryeliğini yapmak olduğunu anlamam çok kısa sürdü. Dolayısıyla “24 saat Gazeteciyim” diyenlerden olmadım ve diyenleri de hep hor gördüm.
Yöneticiler ise çoğu zaman basının en zayıf halkasıydı. Genel Yayın Yönetmenlerinden tutun en basit servise kadar bu böyleydi. Pek çok parlak gazetecinin mesleğin ilk yıllarında sönüp gitmesine, küsmesine, kalanların da meslek aşkının bitmesine sebep oldular. Bunlara tanık olmak da sektöre eleştirel bakışımı pekiştirdi. Özellikle yabancı dil bilmeyen yöneticiler olduğunu gördüğümde şok olmuştum.
İngilizce bilmeyen (gerçek anlamda tabii, sorsan hepsi bilir) genel yayın yönetmenleri gördü bu gözler, gerisini siz düşünün. Esasen çoğu seçkin bir eğitimden geçmemişti ve tek kelimeyle berbatlardı. Klişelerden ibaretlerdi. Misal bir kadın gazeteci parlamak istiyorsa mutlaka yaptığı işe Cinsellik sosu katmalıydı. En alakasız röportajda dahi beklenti bu yöndeydi. Akıl alır gibi değil ama Dünyayı birinci elden takip edemeyen birine en yüksek tirajlı, prestijli gazeteler, tv’ler teslim edildi. Hala da ediliyor ama artık ne tiraj kaldı ne prestij. Ne de haber tabii ki..
Demem o ki, bugünlere gelene, onu bunu suçlayana kadar basın kendi ayağına çok sıktı.
Başa dönersek, Cumhuriyet maceram öyle bir döneme denk düştü ki anlatmakla bitmez ama şimdilik bu kadar. Kısa süren ve bende çok çalkantılara sebep olan Sabah Gazetesi’nden gene olaylı bir şekilde Milliyet’e transfer oldum. Uzun yıllar burada editörlük ve köşe yazarlığı yaptım. En son Tempo Dergisi ile de bildiğimiz, klasik anlamda yazılı basına veda ettim.
Sosyal medyaya pek çok meslektaşımdan daha çabuk ve daha iyi adapte oldum, böylece yazıdan da okurdan da uzak kalmadım, ama asla sosyal medyanın ana akım medyanın yerini tuttuğu görüşüne katılmadım ve de katılmayacağım.
Orta Sayfa isim olarak biraz bu protest tavrımın ifadesi biraz da eskiyi bilen okura nostalji.. Yeni kuşaklara da öyle çok da eski olmayan daha güzel günlerden bir esinti..
Beni bilenler bilir, ama yeni tanıyacaklar için de şunu demek isterim;
Orta Sayfa’da sizlerle buluşurken ortadan gitmek gibi bir kaygımız olmayacak elbette…