Taksiyi yavaşlattı, kayyum atanan üniversitenin Güney kapısının önüne sıra sıra park etmiş polis otobüslerinin önünde, efkarlı efkarlı sigara içen yaşlı yüzlü genç memurlar vardı sadece.
Yeni kurulan Whatsapp grubuna hızlıca çektiği fotoğrafı atıp, “Bizim zamanınızdaki Cıvılite’den eser yok. Sanki kampüsün üzerine ölü toprağı serilmiş.” diye yazdı.
Bu Işık’ın Boğaziçi’nde okurken uydurduğu ve dillerine pelesenk olmuş bir terimdi;
Cıvıl’ity.
Taksi Bebek’e doğru inerken aniden Sevda’nın yüzü belirdi hayalinde. Birden karnına bıçak saplanmış gibi oldu.
Üniversitenin son günü gene bu yokuştan Sevda ile inmişlerdi. Taksi yerine bir BMW’nin içinde idiler.
Sosyete Kantini’nde görmüştü onu ilk kez.
Gürültücü bir erkek öğrenci grubunun arasında tek kızdı. Birinci sınıfın birinci günü. Uzun çizmeleri, kırık beyaz triko bir pelerini vardı.
Daha o zamandan 30 yaşında müşteri temsilcisi kılıklı sakallı Cem kalkmış, takdim etmişti kızı.
“Sevda. O da seninle aynı bölümden Işık’cım. Political Science.
Yazın Antalya’da bir arkadaş yazlığında tanışmışlar . Çok “kafa kız” mış. Hep birlikte Boğaziçi’ni kazandıklarını öğrenince de hemencecik samimi olmuşlar.
Ha Antalya deyince, Sevda Antalyalı çok zengin bir ailenin kızıymış. Cem tatilini bitirip İstanbul’a dönünce de falan fıstık, Işık gerisini dinlemedi her zamanki gibi..
Cem’i ilginç bulmuyordu ki, anlattıklarını da..
Ancak “çok zengin bir ailenin kızı” tamlaması ete kemiğe bürünüp, ortama hızlı bir giriş yapmıştı sanki. Saniyeler içinde kim kendini bu şekilde tarif eder ve bu şekilde takdim edilir düşüncesini düşünmeye başladığını fark etti.
Kızın “Merhaba, Ben Sevda.
Çok zengin bir ailenin kızıyım” dediğini hayal etti.
Gülmesi geldi. Güldü de.
Epeydir tanıdığı Cem’in sığlığına verdi, gene de bir tuhaflık sezmişti daha ilk saniyeden.
Bir kere Sevda adı çok “Türk filmi” tınlıyordu kulakta.
“İsmiyle müsemma” derdi hep annesi . Bu kız öyle miydi acaba?
Ergenlikten beri sürekli çağrışımlarla boğulan bir zihin yapısı vardı Işık’ın. Bu çağrışımlar bazen o denli yoğun olurdu ki beyni infilak edecek gibi olurdu. Derste hocaların ettiği bir lafı beyni cımbızla çeker, saliselerle normal bir zihnin izini bile süremeyeceği garip yerlere götürür, bırakırdı. …..
Kavramlar, görüntüler denizinde dalgalar bir derine çeker bir kıyıya atardı. Şimdiye dek görünür hayatına zararı olmamıştı bu zihinsel devinimin, hatta zaman zaman parlak fikirler bulmasına yarardı, ama yoruyordu, çok yoruyordu.
Sevda adı da zihninde çağrışım şimşekleri çaktıracak gibi oldu, hafiften midesi bulanmıştı. Tam önünde boş duran sandalyede oturdu. Sevda tam karşısına düşmüştü.
Tekrar aynı noktaya geldi.
Hayır, bu kız kesinlikle adıyla müsemma değildi. Işık’ın en oyuncu organı beyniydi. Başlamıştı sinyalleri çakmaya;
Bu işte bir terslik var!!
Işık “sanki ben adımla müsemma mıyım”a dalmıştı çoktan.
Değilse bile zamanla olmuştu. Hep öyle olmaz mıydı?
Sana senden habersiz, kimbilir hangi saikle bir isim koyarlar sen de zamanla isme göre şekillenirdin.
Ama işte olmadığı da olurdu.
Yani adına, kaderine karşı koyan da olurdu.
Onları genelde büyük dramlar beklerdi hayatta.
Sevda, Kuğu’yu hatırladı.
Karşı apartmanda en üst kattaki Şermin hanım teyzenin kızı. Işık ilkokula giderken Kuğu İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesinde idi.
Şermin Teyze, “hep kuğu gibi zarif, bembeyaz tenli, bir kızım olsun istedim. Allahım verdi çok şükür” dermiş. Kuğu’yu daha okulu bitirmeden nişanlamışlardı .
Çocuk lise mezunuymuş, ama hali vakti yetinde imiş. Talimhane’de babasıyla beraber yedek parça ticaretiyle uğraşıyormuş, Kuğu’ya çok değer veriyormuş. Her ziyarete eli kolu dolu geliyormuş.
Işık, evlerine genelde akşam üstleri uğrayan ve nedense hep muhallebi gibi kokan Şermin teyzeyi dinlerken, bu yedek parçacı nişanlının kollarını, bedeninden bağımsız iki mekanik parça olarak hayal ederdi.
Hiç durmadan ortamdan ıvır zıvır toplayıp, Kuğu’ya getiren bir çeşit robot.
Gene gülmesi geldi..
Işık’ın yaşça büyük bir kuzeni de hukuktaydı. Onlardan duyduklarına göre Kuğu nişanı atmış, fakülteden bir gence vurulmuş, sol örgütlerden birine katılmış.
“Ahh İsyankar Kız” demişlerdi
Işık, Kuğu’nun ismine isyan ettiğini kanaatine varmıştı çocuk aklıyla. Eğer annesi adını Kuğu koymasaydı, Ayşe, Zeynep, Nuray gibi isim bulsaydı, belki her şey daha farklı gelişecekti.
Örneğin bir Ayşe örgüte katılmak yerine akademik kariyeri de seçebilirdi, şimdiye çoktan profesör olmuştu.
Ya da bir Nuray, Şermin teyzenin arzu ettiği gibi “iki çocuk annesi”. Tabii ki biri kız biri oğlan olmalı.
Sonrasında Şermin teyzeler apar topar Karamürsel’e taşınmıştı. Epey zaman Kuğu’dan iyi haber gelmedi. Şermin teyzeden ise hep hastalık haberi.
Sonra da haberler tümden kesildi.
Bir isim nelere kadirdi..
Yıllar sonra Kuğu’nun Danimarka’da olduğunu öğrendiler. Bir kızı olmuştu, adını Zeynep koymuştu. Biraz önce Zeynep’e hikaye yazmadığı aklıma geldi Işık’ın. “Zeynep kendi hikayesini kendi yazsın, ama güzel yazsın” diye diledi kaşla göz arasında.
Dikkati yeniden Sevda’ya döndü. Ne çok çağrışım yaptırmıştı bu kız ona. Gene nerelere gitmişti durduk yere.
Işık akranlarına özenirdi.
Kolayca “anı yakalayan” akranlarına. Işık hiç “an”da kalamazdı. Ya ilerideydi, ya da geride.
Ya geçmişte, ya gelecekte.
Bu özelliğini fark ettiğinde epey sarsılmıştı. Ancak ne kadar çabalasa da değişmiyordu. Sanki “an”lar Işık’tan kaçıyordu.
Anı yaşamak İçin Aşık olmayı bekliyordu Işık. Artık o zaman da olmazsa, vazgeçecekti bu “anı yaşamak Sevda’sından..
Sevda gene karşısındaydı..
Yeniden Sevda’yı incelemeye koyuldu. Teni kumral saçlarına kıyasla daha koyuydu.
Omuzlarına anca varıyordu.
Derisi solgundu, gözlerine siyah kalem çekmişti, dudağında da yüzüne pek de yakışmayan açık pembe bir ruj vardı. Boyu uzuncaydı, ama çelimsizdi. Zayıftı, ama Işık gibi incecik değildi.
Yazları uzun uzun yüzmediği, okulda voleybol oynamadığı, eline tenis raketi almadığı belliydi.
Bu sırada, Sevda nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde Antalya’da hep BMW ile gezdiğini hatta bakkala bile BMW ile gittiğini, gel gör ki babasının İstanbul’a getirmesine izin vermediğini anlatmaya başlamıştı. Ailesi ona Cihangir’de ev tutmuş, gelir gelmez katıldığı bir partide Kadir İnanır’ın yeğeniyle tanışmış ve büyük bir aşk yaşamaya başlamışlar. Aynı zamanda Kadir İnanır da Sevda’ya pek bir hayranmış.
Kız konuştukça, Sevda ismi giderek daha çok oturuyordu Işık’ın gözünde.
Hani şu Yeşilçam tınısı.
Epey dinleyici kitlesi oluşmuştu etrafında.
Aynı bölümde okumalarına rağmen Sevda’yı sadece haftanın belki günlerinde Sosyete kantininde görüyorlardı. Işık hafızasını zorladı. Sanki birkaç kez dersliklerde görmüştü. Sadece en kalabalık olanlarda. Tüm idari bilimlerin ortak aldığı derslerde. Sadece Antalya’da tanıştığı o grupla.
Sevda’yı hiçbir sınavda görmediğine ise çok sonra aymıştı.
Sevda nın en çok takıldığı grupta en sesiz sakin olan oğlan Vedat’tı. Hayretle Vedat’ın bölümünü unuttuğunu fark etti. Gereksiz şekilde üvey babasının o dönemin çok tutan bir arabesk şarkının güftesini yazdığını hatırlıyordu. Neyse, Vedat’ın Sevda’ya tutulduğunu Işık çok geçmeden anladı.
Sevda bir görünüp bir kayboluyor, her gelişinde renkli hikayeler anlatıyor, daha doğrusu ilk gün başladığı öyküyü her kantin ziyaretinde yeni detaylarla zenginleştiriyordu. Hayatı diğer öğrencilere kıyasla hakikaten renkli ve eğlenceli idi. Tek derdi vardı, Antalya’dan son model BMW’si bir türlü gelmiyordu.
Ah şu babası. Ne de olsa taşralı diye düşünüyordu herkes babası için.
Oysa BMW’si bir gelse, Sevda nın hayatı eksiksiz bir İstanbul Masalı olacaktı. Sevda’nın babasına öfkelenmeye başlamıştı artık millet.
Sevda o kadar iyi bir hikaye anlatıcısı idi ki o kadar olur.
Kantine geldiği günler insanlar etrafına toplanır, aşklarını, yeni tanıştığı ünlüleri, başına gelen komik olayları, yaşadığı küçük çaplı trajedileri dinlemeye bayılırdı. Sevda sanki onlara çoşkuyu, duygulanmayı öğretiyordu.
Sevgilileri ve gittiği partiler öğrenci çevresinin çok dışındaydı. Genelde ortak tanıdık olmazdı ya da çok uzaktan. Bu da Sevda’nın hayatını daha da ilginç ve ulaşılmaz kılıyordu diğerlerinin gözünde. Yeşilçam ve Beyazcam ünlüleri ile kısa zamanda bir hayli sıkı fıkı olmuştu. Haliyle aşk hayatı da bu düzlemdeydi.
Sevda herkesle dostane ilişkiler kuruyor ama okuldan kimseyi hayatına sokmuyordu. O kadar sık parti vermesine rağmen henüz okuldan kimseyi çağırmamıştı, tabii ki çağıracaktı, bir gün mutlaka. Her kantin ziyaretinde verdiği ve vereceği partilerin şaşası giderek artıyordu. En son Uludağ’da gene bir Yeşilçam ünlüsünün uzatmalı sevgilisiyle birlikte, yakışıklı ama geçkin jöne sürpriz doğum günü düzenlemişlerdi, ikram edilecek peynirleri Sevda, İstanbul’dan bavul içinde götürmüştü. Bu davranışı büyük takdir kazanmıştı Yeşilçam ünlüsünden. Ne de olsa onun bambaşka bi çevresi vardı.
Sevda’nın hikayeleri bu minvalde iki yıl kadar devam etti.
Üçüncü sınıfta sömestr tatiline doğru fark ettiler ki Sevda haftalardır ortada görünmemiş. Çok ağır grip geçiriyormuş meğer. Bu laf nereden çıktı, kim çıkardı, hiç hatırlamıyordu Işık.
Gizli aşık Vedat bir gün diğerlerine duyurmadan Işık’a Sevda’nın oturduğu sokağı bildiğini söyledi.
Acaba Işık, ona eşlik eder miydi?
Bölüm arkadaşına hasta ziyareti kabilinden yola koyuldular.
Buz gibi Ocak havasıydı. Işık ailesiyle Harbiye’de oturuyordu, Cihangir’i pek bilmezdi zaten o zamanlar bugünkü gibi popüler bir semt de değildi. Ancak gittikleri yerin pek de Cihangir sayılamayacağını gene de anlamıştı. Taksim’den yürüye yürüye indikleri Kazancı yokuşunun arka sokaklarında diğer evlerin arasına sıkışmış, boyasızlıktan beti benzi atmış iki katlı bir binanın önünde durdular sonunda. Bina sanki dev bir yaratık tarafından suratına yumruk yemiş gibi yamuk yumuktu. Eski İstanbul apartmanlarının demir ve ağır kapılarına alışkın olan Işık, gri kapıya da yüklendi ama bu kapı o kadar hafifti ki Işık’ın abanmasıyla açılmak yerine adeta içe çökmüştü.
Girişte hayat yok gibiydi. Sevda bir üstte oturuyordu.
Merdivenleri çıkarken, “Sefalet kokuyor burası resmen ya” demişti Vedat. Kapının önünde kocaman, tüylü ve binayla aynı kir oranına sahip bir köpek yatmaktaydı. Onların yaptığı gürültüye uyanıp bayağı yüksek perdeden hırlamıştı. Işık korktuğunu hatırladı. Özellikle köpeğin üzerinden atlarken.
Sonunda kapı açıldı. Sevda yüzü gözü şiş, saçları darmadağın bir halde karşılarındaydı. Üzerinde annesinin tabiriyle pejmürde bir gecelik vardı. Geceliğin altına ayrıca rengi
atmış bir pijama giymişti. Salonda saçları yumurta sarısına boyalı esmerce bir kadın oturuyordu. “Annem, Antalya’dan geldi, bana bakmaya” dedi Sevda.
Gerçekten grip miydi yoksa başına bir şey mi gelmişti, ona hiç benzemeyen bu kadın annesi miydi, Işık sormadı.
Güya moral vermeye gelmişlerdi ama Sevda onları görünce daha da çökmüştü sanki. İçeri geçip oturdularsa da diken üstündeydiler. Sevda’nın hikayelerine bu evin dekor olamayacağı belliydi. Sevda onlarla neredeyse hiç konuşmadı. Durumu toparlamaya filan da çalışmadı. İki arkadaş zar zor bir yarım saat oturup, kalktılar. Kadınlar bir bardak çay bile ikram etmemişlerdi.
Yeniden Sokağın ayazına çıktıklarında Işık ferahladığını hissetti, Vedat ise gördüğü muameleden çok sarsılmıştı.
Taksim meydanda hiç konuşmadan ayrıldılar. Vedat birkaç gün okula gelmedi. Ne kendi aralarında ne de diğerleriyle Sevda’nın evine yapılan ziyaret konusunu hiç açmadılar.
Sevda o ziyaretten sonra tamamen ortadan kayboldu. Bir daha onu Sosyete Kantini’nde gören olmadı.
“Çok kafa kız” diye Sevda’yı herkese reklam eden sakallı Cem ve ekibi ise çabucak unuttu Sevda’yı.
Sanki Sevda’nın birinci sınıfın birinci günü başlayan hikayesi tıpkı Sosyete Kantini’nde anlattığı hikayeler gibi yarım kalmıştı..
Ama her hikayenin bir sonu olacaktı elbette, içimize sinse de sinmese de.
Okulun son günüydü, yakalanan hocalarla hatıra fotoğrafları vs çekiliyordu.
Işık bir iki fotodan sonra sıkılmış, orta sahaya doğru yönelmişken karşıdan krem rengi pelerinli, uzun çizmeli bir kızın ona doğru gülümseyerek geldiğini gördü. Mevsim çoktan yaza dönmüştü, ama O, O’nu ilk gördükleri günkü kıyafeti giymişti.
Hikayesine ve kahramanına duyduğu tutku afallattı Işık’ı. Sevda’nın söyleyecek son bir sözü daha vardı demek.
Sanki hiç ara vermemiş, onca zaman ortalıktan hiç kaybolmamış gibi “Işık’cığım babam sonunda BMW’mi gönderdi. Hadi bir Boğaz yapalım senle” dedi.
Neşesi çok yerindeydi.
Olayların akışına kendini bırakmaktan her zaman tuhaf bir zevk alan Işık, “Tamam” dedi “yapalım.”
Oyuna uymanın hoppalığı gelmişti üstüne. Diğerleri olsaydı, böyle deli saçması bir şey için yerlerinden kımıldamazlardı.
Öğrenci otoparkında lacivert bir BMW’ye bindirdi Sevda Işık’ı.
Anlattğı hikayelerin ne kadarı doğruydu bilinmez, ancak plaka Antalya’ydı hakikaten.
Sevda acemiydi, koca arabaya hükmetmekte zorlanıyordu ama sahilde bir pizzacıya kadar gitmeyi başardılar. Sevda hesabı ödemek istedi. Kendinden hiç bahsetmedi bu defa. Işık’a sordu daha çok. Merakla dinledi.
Birinci gün başladığı hikayesini sonuncu gün tamamlamıştı Sevda.
Öyle ya da böyle. Artık kurgusu eksiksizdi.
Antalya Ticaret Odası Başkanı’nın güzeller güzeli kızı Sevda, Boğaziçi’ni kazanmış, ailesine büyük bir gurur yaşatmıştı. Sevda İstanbul’da derhal sosyeteye girmiş , hem okulunu hem sosyeteyi başarıyla bitirmişti. Sevda yalnız annesinin babasının değil, herkesin çok kıymetlisi idi. Çok seviliyor, el üstünde tutuluyordu.
Bu hayatta şiddet, yoksulluk, yoksunluk, başarısızlık yoktu.
Sevda vardı…
Akıllı, yetenekli, şanslı, güzel Sevda..
Gerçek adını hiç öğrenemedi Işık. Gerçek adı değil başkalarının koyduğu ad diye düşündü sonra.
Ancak bölümden o sene de sonraki seneler de Sevda diye biri mezun olmadı.
Bir yıl önce ise bir Sevda, karnına, sırtına saplanan bıçakla…
O Sevda mıydı?
Işık çok benzetmişti yüzünü, endamını. “Çevresinde Sevda diye bilinen gerçek adı Mevlude olan kadın, eskiden evli olduğu erkek tarafından…”
Vedat’ın haberi olmuş muydu acaba bu Kadın Cinayeti’nden?
Gerçi Vedat bu Sevda’yı hiç tanımamıştı, Mevlude’yi ise ruhu bile duymamıştı.
Vedat da herkes gibi, bitmez tükenmez bir çoşkuyla hikayeler anlatan o gencecik kızı sevmişti aslında. En hakiki kimliği oydu nihayetinde..
Sonrasında da haberler tümden kesildi..