Amerikalı yazar Nancy Springer’in 1884 yılının Londra’sının karanlık dehlizlerinde korkusuzca dolaştırdığı on dört yaşındaki Enola Holmes karakterinin bugünün genç kızlarına söyleyeceği çok sözü var.
Netflix sayesinde Enola Holmes adına aşina olduğunuzu tahmin ediyorum. Gelmiş geçmiş en ünlü kurgu karakterlerden olan Sherlock Holmes’un kurgunun da kurgusu on dört yaşındaki kızkardeşi olmakta kendileri. Aynı adlı filmi (2020 yapımı) geçen sene ekranda izler gibi yapmıştım (yani sahneler ilerlerken göz ucuyla baktım) çünkü eğlenceli gibi görünmesine karşın izleyiciyi bir türlü içine çekemeyen bir yapımdı.
Fotoğrafta elimde tuttuğum “kitap Enola Holmes” ile ise henüz yeni tanıştık. Açıkcası kapağını beğenip aldım ve şahane bir sürprizle karşılaştım. Meğer Amerikalı yazar Nancy Springer’ın yedi kitaplık setinin bir parçasıymış. Türkçe’ye her biri çevrilmiş mi emin değilim, ben üç tanesinin izini sürebildim. Biri fotoğrafta gördüğünüz Solak Leydi Vakası. Diğeri Netflix’in film haline getirdiği Kayıp Markiz Vakası, sonuncusu da Esrarengiz Çiçekler.
Yazarımız Springer, 2004 / 2022 arasında dört kitap daha yazmış.
İyi ki de yazmış diyorum çünkü bana göre dünya gençlik edebiyatında çok önemli bir boşluğu doldurmuş. Feministliğini sakınmayan kitaplar bunlar. Öyle yanından, arkasından hatta uzağından geçelim de aman kimseleri ürkütmeyelim dememiş Nancy hanım, kalemini korkak alıştırmamış. Sonuçta da yaşama atılırken toplum ve aileleri tarafından kafaları karıştırılan genç kızlara rehberlik edebilecek sağlam bir karakter koymuş ortaya.
Kitaplar elbette her yaşta okunabilecek niteliğe sahip ama gene de gençlere ve özellikle genç kızlara yönelik olarak kaleme alındığı da bir gerçek. On iki ile yirmi yaş arası diyebiliriz kabaca. Anglo Sakson alemde “Young Adult” olarak geçen bir edebiyat türü. Bizde gençlik edebiyatı deniliyorsa da yerli örnekleri bir elin beş parmağını geçmez. Anlayacağınız oldukça ihmal edilmiş bir tür. Bence sebep, hem kurgusal anlamda hem kavramsal anlamda hem de dil kullanımında çok zorlayıcı bir tür olması.
Oysa çocuk kitapları öyle mi, aklına eseni yazıver gitsin, değil mi? Şu ana kadar aklına çocuk kitabı yazmak gelip de, yazdığı “şey”i bastıramayan tek bir kişi dahi olduğunu düşünmüyorum Türkiye sınırları dahilinde. Öyle bir enflasyon. Öyle bir niteliksiz nicelik. Hele son zamanlarda tarikatlar da bu işe el atmış ki, el aman.
Kitabı okuyup, yazarı da biraz araştırınca filminin neden epey sığ göründüğü düşüncemde daha iyi oturdu. Orijinal eserin gençliğe seslenen yönü es geçilerek çekilmiş bir film olmuş (başrol oyuncusu Millie Bobby Brown çok genç olmasına karşın), sanırım her kesime hitap etsin diye ancak bu defa da bağlamından kopmuş. Bir de galiba Sherlock adını görüp, filmi direkt açacak bir hayran kitlesinden yararlanmak istemişler ki bence işin en sevimsiz yanı da bu.
Kitaplar birbirinden bağımsız, herhangi birini alıp okuyabilirsiniz. O yüzden Enola’nın öyküsü her kitapta yeniden biraz veriliyor ki, diğer kitapları okumayanlar da konuyu kavrayabilsinler. Açıkcası ben olsam, filme çekmek için Solak Leydi Vakası ile başlardım. Neden derseniz, ağabeyi gibi dedektifliğe soyunan Enola (İngilizcede yalnız anlamındaki alone’un tersten yazılışı, bu adı kelime oyunlarını çok seven annesi her zaman kendi başının çaresine baksın diye vermiş kızımıza) bu kitapta, kendi ruh ikizi olan on altı yaşındaki soylu sınıfa mensup kayıp bir genç kızı arıyor. Bu akıllı kurgu, kayıp markiz öyküsüne göre eserin feminist bağlamını çok daha güçlendiriyor.
Kitabın ana temasının çok katmanlı arayış metoforu üzerinden gittiğini görüyoruz. İlk aranan yatılı okula verilmek istendiği için evden kaçan Enola. Küçük ağabeyi şöhretli Sherlock ve geri kafalılığın sarsılmaz kalesi, ataerkilliğin adanmış neferi rolünde gıcıkların gıcığı büyük ağabeyi Mycroft, çaresiz bir öfkeyle Enola’yı ararlarken, Enola da bir yandan abilerinden kaçıyor öte yandan hem kayıp kızı hem de çok sevdiği annesini arıyor.
İşte beni bu hikayede kalbimden vuran tam da burası. Netflix filminde bohem rollerin kraliçesi Helena Bonham Carter’ın hayat verdiği anne Eudoria, kitapta tamamen Enola üzerinden anlatılıyor. Anne ve kızı Enola, kırsalda bir yerlerde aileye ait mülkte yalnız yaşarlarken, iki oğul Londra’da hayatlarını sürdürmekte ve ne anneleriyle ne de kız kardeşleriyle pek ilgilenmemektedirler. Öyle ki yirmi yaş kadar büyük oldukları kız kardeşlerini hayatta birkaç kez görmüşlerdir. Tek beklentileri annelerinin Enola’yı koca bulacak tarzda yetiştirmesidir. Gel gör ki, anne döneminin sıkı bir kadın hakları savunucusudur ve Enola’yı da öyle yetiştirmektedir. Matematik, fizik, kimya, edebiyat, spor, dövüş sanatı gibi erkeklerin egemenliğindeki her alanda kızını güçlü kılacak bir süreci sabırla yönetmektedir.
Kitabın en ezber bozan kısmı, annenin bir gün henüz daha on dört yaşında iken biricik kızını tek başına kırsalın ortasında bırakıp, sırra kadem basması. Edebiyat dünyası elbette çocuğunu terk eden kadınlarla dolu. Tıpkı gerçek hayat gibi. Ancak her iki dünyada da lanetlenen bu davranış, Springer’in öykülerinde kendi içinde bir mantığa oturtulmuş. Anne, Enola’nın kendisi ve hatta hiç kimsesi olmadan da ayakta durabileceğini ve hayatta yolunu bulabileceğini düşündüğü noktada terk ediyor evi. Aksi takdirde bu eylemi çok önce de gerçekleştirebilirdi. On dört yaş bunun için fazla erken gibi gelse de belli ki yazar da kendi yarattığı anne Eudoria karakteriyle aynı fikirde ve tam aksi çok da geç olmadan kızlar kendi kapasitelerini keşfetsinler maksadıyla bu yaş özellikle seçilmiş. Annenin evi terk etme motivasyonu da cinsellik, aşığıyla kaçma vs değil elbette. Feminist hareketin en zorlu dönüm noktası olan kadınlara oy hakkı eylemlerini gizlice örgütlemek maksadı ile bu yola başvuruyor. Tabii burada o dönem yasadışı olan bu faaliyetlerden kızını koruma kaygısı da var.
Kurgunun ana hatları bu şekilde belirlendikten sonra olay örgüsü de yazarın dünya görüşünü destekler nitelikte. Yazarın hikayesine seçtiği zaman/mekan on dokuzuncu yüzyıl sonu Londra’sı.
Arayış temasının sahnesi Londra dedik. Olaylar tam olarak 1884’te geçiyor. Bunu Netflix versiyonunda sürekli tekrar eden Reform Yasası konuşmalarından anlıyoruz ki söz konusu yasa bu tarihte parlamentodan geçmişti. Ancak reform kadınları dışlamıştı. Bu da anne Eudoria’nın hissettiği ve evi terk etmeye kadar giden öfke ve hayal kırıklığını açıklıyor.
O zamanlar Londra, dünyanın en büyük metropolü, çok kalabalık, çok kirli, çok sisli, zengin ve yoksul kesimler arasındaki yaşam kalitesi farkı cennetle cehennem düzeyinde ve haliyle şiddet alıp başını gitmiş. Özellikle geceleri Londra sokakları polisler için dahi fazlasıyla tehlikeli ve gece dışarı çıkan kadınların vahşi cinayetlere kurban gitmesi vakayı adiyeden. Tabii ki bu kadınların hemen hepsi evi olmayan, evden atılan, sokaklarda çocuğunun aç karnını doyurmak için çalışan yoksul kadınlar. Arayışları sürerken zor durumdaki kadınlara yardım etmeyi de kendine görev edinen Enola bu karanlık sokaklarda pek çok kez ölümcül saldırıya uğruyor ancak derinden sarsılsa da gece Londra sokaklarında korkusuzca hem annesini hem kendini aramaya devam ediyor.
Bu arada işin ekonomik bağımsızlık kısmının da altı çizilmiş. On dört yaşındaki Enola’nın annesi tarafından ona bırakılmış ciddi miktarda parası var. Paranın vahşi kapitalist ve ataerkil bir dünyada kadını kurda kuşa yem olmaktan nasıl kurtardığını net olarak görüyoruz.
Çoğu kez olduğu gibi kitaplar filmden çok daha derinlikli. Filmin komedi havası kitaplarda pek yok. Hatta bazı yönleriyle epey karanlık da diyebiliriz. Ama asla kasvetli değil. Tam tersi macera ve umut dolu. Netflix’in aynı serinin ikinci filmini aynı oyuncu kadrosuyla çekmek için çoktan kolları sıvadığını da buradan haber edelim.