Barbie ile aynı anda vizyona girerek, uzun zaman sonra sinema salonlarına nur yağdıran Oppenheimer’ı izledik sonunda. Gidilesi bir film ancak kaçırırsanız da sonradan platformlarda izlemenizde sakınca yok kanımca.
Atom bombası gerçekten dünyayı değiştirmiş olmalı ki bu hikaye hâlâ bu denli ilgi çekici, tabii gene aynı düşüncemi tekrar etmek durumundayım; Herkes kendi hikayesini kendi çekmeli, sinema ancak o zaman yol alabilir, ancak Holywood’un dışında bunu yapan/yapabilen yok. Yapmaya kalkışanlar da o kadar beceriksiz ki Holywood’a rahmet okutuyor. O da hep aynı kalıpları tekrar edip duruyor.
İyisiyle kötüsüyle diye yola çıkıp, sonunu hep iyiye bağlamak, artık o iyi neyse tabii o da kendine göre. Filmin sonundaki John F. Kennedy motifi (sadece tek kısa bir cümle) çok ucuzdu misal.
Bu arada hem Einstein’ın hem de Oppenheimer’in onca dehalarına karşın matematikleri pek de parlak değilmiş, yani çok karışık hesaplamaları yapamıyorlar, (o zaman bilgisayarın b’si bile yok tabii) bu da filmden aklımda kalan bir detay. Oppenheimer’ın olağanüstü dil yeteneği matematiğinden iyiymiş. Sadece iki ayda Üniversitede kuantum fiziği dersi verecek kadar etkin ve yetkin Lehçe öğrenebilmesi zihin kapasitesini ortaya koymakta.
Bunlar belki de son organik bilim insanları, her şey el emeği göz nuru. Bugünden bakınca dehşet verici bir çaba.
Film bilim, teori ve akıl arasındaki ilişki ile bilim ve hükümetler arasındaki ilişkiyi eşzamanlı vermeye çalışıyor, zorlu bir çaba elbette ki, gene de ciddi anlamda fikir veriyor. Ancak bu arada Oppenheimer’ın iç dünyası biraz güme gitmiş, filmin böyle de bir iddiası varsa pek olmamış.
Yönetmen Nolan, seyirciyi ilk atom bombası denemesi için düğmeye basılan o odaya götürmek, o tarihi ani yaşatmak, o odadaki sohbetin içine sokmak istediğini söylemiş, bence bunu başarmış.
Uzunca bir film olduğundan etkili ve etkisiz sahneleri var. Oppenheimer’in sonradan karısı olacak kadınla arasında geçen parti sahnesini sevmedim örneğin. Kadının, “Ya bu kuantum nedir ben hiç anlamıyore” kıvamında sorması, onun da içki, kadeh vs ile güya basitçe anlatması çok kötüydü. Gerek var mı böyle araya ayrımcılık sıkıştırmaya, maalesef bu kötü akışkanlıklardan vazgeçilmiş değil ki bu filmde kadınlara yönelik tek saldırı da sayılmaz.
Oyunculuklar göz dolduruyor, çok sevdiğim Cillian Murphy’yi sonunda beyaz perdede başrolde izlemek büyük keyifti, adamı da (İngiliz olması etken) yıllarca değerlendirmeyerek yaşlandırdılar resmen. Medyadan takip etmişsinizdir, filmde her yardımcı rol bir star. Oyuncuya verilmiş, ben de aralarında birinciliği Robert Downey Jr’a verdim, ya kendisi çok değişmiş ya da filmde çok değiştirmişler, yılların Iron Man’ini zor tanıdım.
Küçük Kadınlar’ın Amy’si Florence Pugh ise biraz harcanmış gibi geldi bana, rol aldığı sahnelerin gerekliliği zaten tartışmalı. Kadın gerçek hayatta zaten harcanmış, biz de filmde oyuncuyu harcayalım, çifte kavrulmuş olsun dediler herhalde. Nolan ise bildiğiniz gibi. Her filminde boyundan büyük işlere kalkışıp, kilpayı oldurmuş hissi yaşatmakta bana kendisi.
Faideli not: Filme ilham veren kitap İthaki Yayınları ile Türkçe’de; Amerikalı Prometheus