Güneşe baktı, gölgeye döndürürken yüzünü gene o kötü düşüncelere yakalandı, bir saat kadar rahattı, işte o kadar, sonrası gene kabus. Buralar böyle değildi ki eskiden, her şeyin tadı kaçtı, diye geçirdi içinden, aynı anda kısacık bir aydınlanma yaşadı, belki de bir türlü rahat edemeyişi sandığı gibi içinden gelmiyordu, kötülük içinde değil dışındaydı, dışardaydı. Hemen onun bedeninin bittiği yerde başlıyordu kötülük.
Dışarısı, yalnızca beş dakikadır dikilip durduğu çorak köşe, yolun karşısındaki kapağı yarı açık çöp konteynırı, tek katlı beyaz evlerin suratsız çehresi, dar pencereleri kocaman kasvetli bir evrendi, içine çektiği son beş dakikanın sonsuza bölünmesinden oluşmuş devasa bir iç sıkıntısı.
Hepsi birden -tam karşıki göz hizası balkonda pinekleyen ve aklından geçenleri okuyan iki cılız kedi hariç- kötücül, tatsız, neşesiz, bezgin geldi gözüne bir anda, dışarısı böyle bir yerdi işte, ucu bucağı olmayan bir bir bunaltı evreni.
Dışarı ile kıyaslayınca hep suç yüklediği, yüklendiği içi yükseliverdi gözünde, aklandı kısacık bir an için de olsa, kanı tazelenmiş de tüm iç organlarını yıkıyormuş gibi hissetti, bu duyumsayış daha uzun sürsün, ferahlık hiç bitmesin istedi, insanın içinin arınmışlığından emin olabilmesi, daha iyi ne olabilirdi ki..
Yanıbaşında bitiveren beyaz arabanın camında kendini görmese, dalıp gidecekti bu sarhoşluk alemine. Refleks sayılacak bir hareketle kapıyı açıp, şöförün yan koltuğuna oturdu, kemerini bağladı, sarı taksilerle korsanların farkı buydu zaten gözünde, arkaya değil ön koltuğa oturmak zorundaydın.
On beş günlük tatilinde çokca tekrar etmişti bu korsan ritüelini, en zoruna gideni konum atmak zorunda kalmaktı. Yanlış, en fenası konum atabilmek için irtibat kurulan korsancıyı, onlara taktığı ad buydu, akılllı aletine kaydetmesi gerekiyordu, her defasında farklı bir korsancı atandığından rehberi alakasız tiplerle dolmuştu, sinir bozucuydu.
Bunca zaman bir kez bile aynı şoföre denk gelmediğini fark etti, gerçi dönüp suratlarına bakmışlığı da yoktu ya, bu kavrayışla başını sola çevirdi. Çevirmesiyle de gene karşı balkondaki iki yavru kediyle bakıştı, arabaya bindiği tespit edilmişti kedilerce, keşke yolculuğum da izlense, kediler GPS im olsa diye geçirdi içinden, en fazla kedilere güveniyordu, en çok onların varlığı güven veriyordu, son zamanlarda iyice belirgindi bu duygu.
Kedilerden bihaber şoför, bayağı gençten bir çocuktu, zorlasa çocuğu olacak yaşta. Mutluluk hissiyatı yaymayan sırıtmakta hayıflanmak arasında bir ifade vardı ince dudaklarında. Küçük kafalı, küçük burunlu, kara gözlü, sıskaca bir oğlandı.
Daha önce üzerinde hiç düşünmediği halde “insanlar size nasıl güvenip de biniyor arabanıza” diye soruverdi, laf ağzından çıkar çıkmaz saçmalığını anlamıştı ama aldırmadı, ne önemi vardı. Hem bakalım ne diyecek diye de içinde minik bir merak köpürmüştü, hoşuna gitti, gösterebildiği her türlü hayatiyet belirtisi ona bulunmaz bir lütuf gelmekteydi. O minik belirtilere tutunarak, sarılarak, tırmanarak yaşıyordu kaç zamandır, kolay mı.
Tutarsızlığı algılamamış görünen oğlan -kimbilir aklı neredeydi- ciddiye almıştı soruyu. Kendine, kendinden emin bir ifade takınarak, sesine de yapmacık bir gurur yükleyerek “Bize tam olarak güvenebilirsiniz hanımefendi” dedi. Tamdan kasıt ne ola ki derken, oğlanın sesindeki gurur tonu bir perde daha yükselerek, “Misal ben tıp öğrencisiyim, beraber işe girdiğimiz arkadaşım da ekonomist” dedi.
Her az okumuş gibi okunan bölümü doğrudan akademik ünvana çeviren yazılım bu çocuğa da yüklenmişti. Şaşırmadı ancak derinde bir yeri tetiklemişti oğlandaki ezberci tavır, ezberleri sevmezdi hem de hiç. Yenik düşmek istemezdi ezberlere, güçlü olduğu zamanlarda kendi gücü ölçüsünde yenmişti çevresindeki ezberleri en azından bununla gurur duyabilirdi, şu an tam da o andı, bir takdir dalgasıyla birlikte içinde gene bir yükselme hissetti.
Esas olarak, çocuğun güven kavramını tıp okumak üzerinden inşa etmesi, güveni tereddütsüz yansıtması ilginç gelmişti ona. Bir yandan naif bir yandan gülünç bir yandan da doğruydu aslında. Çok bilmiş arkadaşlarından biri olsa yanında, “Düz mantıkla doğru şekerim, tıp kazanmak çok çalışmak ister, çok çalışmak irade ister, irade öz disiplin ister, bunlara sahip olan genç de az buçuk güvenilir sayılır elbette” diye çocuğa destek çıkarlardı.
Düz mantık insanları ile çevrelenmiş olduğu aklına geldi bu zincirleme düşünce reaksiyonu sayesinde, az okumuşu da çok okumuşu da fark etmiyordu sanki, gene kendi içine dalacaktı ki oğlanın siz nereden mezunsunuz sorusuyla korsana geri döndü.
Sosyolog sayılırım ben de, diye onun anlayacağı dilden yanıtladı.
Yirmisine yeni girmiş, meraklı bir çocuktu, sosyolog anahtar kelime oldu, yol boyunca soruları bitmedi. Sosyoloji okudum deseydi, aynı etkiyi yaratmayacaktı oğlan üzerinde, soru sormak yerine kendinden söz açacaktı, sosyolog ise büyülüydü, çok katmanlı bir sohbetin kapısını ardına kadar açabilirdi, sorular da yanıtlar da sonsuzdu. Baksana, bir bildikleri varmış bu az okumuşların, diye geçirdi içinden.
Sosyolog gözüyle nasıl bakıyorsunuz olan bitene, umut var mı sizce?
An’dan kopmak üzere iken herkese dediğini ona da dedi, bunu yaparken pek az rahatsızlık duymuştu, hayret etti. Eski gücünü yitirdiğinden o da sıklıkla ezberlere yenik düşer olmuştu, birkaç dakika önceki yükselme anının hazzı tükeniverdi birden, tadını kaçıran bunlardı belki.
20 yaşını yaz tatilinde bu oğlanın oturduğu dandik şoför koltuğunda korsancılık yaparken hayal etmek istedi, hiçbir yere oturmuyordu zihninde , kendine yer bulamayınca geldiği gibi çabucak gidiverdi görüntü. Giden görüntünün yerini Cumhuriyet gazetesinin kimbilir hangi ekinin yıllar geçse de unutamadığı, yerli yersiz gözünün önüne düşen kapağı aldı hemencecik. “Bilmemne senesinde 20 yaşında olmak”
Rakamla yazılmıştı yirmi. Hangi editörün, yazı işleri müdürünün ya da muhabirin aklıydı o gün bugündür merak ediyordu. Neden 18 değil de 20, yirmi insan yaşamında belirgin bir dönemeci ifade eden yaşlardan sayılmazdı, on altı, on sekiz, yirmi beş, otuz olsa anlardı da yirmi nereden çıkmıştı? Kimin aklından çıkmışsa büyük olasılık yirmi yaşında çocuğu vardı, ona ve arkadaşlarına baka baka dosyayı hazırlamışlardı. Kendisi de yirmi idi o zaman, belleğinde bu denli yer tutması bu yüzdendi. Heyecanla evden kantine taşınan dergide yaşıtlarıyla kendilerini bulmaya çalıştıkklarını ve kırılan heveslerini gene içi burkularak hatırladı. Yerden yere vurulan bir gençlik portresi vardı derginin kötü kağıda basılı sayfalarında, koca koca insanların oturup nefrete yakın bir öfkeyle böyle eften püften bir dosya hazırlamış olması soğutmuştu onları. Daha sonra her on yılda bir aynı dosyaların çeşitli yayın ortamlarında tekrarlandığına tanık olacaktı, bencil, bireyci, kendine odaklı, toplumsal sorunlara duyarsız, çıkarcı diye uzayan içi boş, olumsuz sıfatlar listesiyle yaftalandı her kuşak hep aynı kuşak tarafından ve bu tuhaf tekrar kendi ritüelini oluşturarak modern, kötücül bir geleneğe dönüştü nihayetinde.
Ancak harcanan ilk kuşağın kendi masum gençliği ve arkadaşları olduğunu hiç unutmadı.
Ne yapmıştık ki biz onlara?
Şoför koltuğundaki küçük kafalı kara gözlü tıp öğrencisi en azından bu kötücül dosyalardan muaftı gençliğinin denk düştüğü şu zamanda, ne dergi kalmıştı ne gazete, sen sağ ben salim.
“Hani sosyal medyada aileler çok zorluk çekiyor diye yazıyorlar ya, işte biz o ailelerden biriyiz”
Kardeşlerin de okuyor mu?
Kızkardeşim Ankara’da, en küçüğümüz erkek, Adana’da okuyor. Annem ev hanımı. Babam demiryolcu ama emekli oldu geçen yaz. O da gece taksiciliğine başladı bizi okutmak için.
Nerde kalıyorsun burada, her yer ateş pahası. Kazandığın kiraya, yemeğe gitmez mi?
Beş arkadaş aynı evde yaşıyoruz. Her gün birimiz yemek yapıyor.
Beş ve yemek ayrı bir önemle çıktı oğlanın ağzından, birinde talep edilmeyen çokluk ötekinde istenmeyen azlık algıladı, arzuya ise yer bulamadı tatsız bir yetersizlik duygusu yapışacak oldu üzerine.
Oğlanın cümleyi tonlayışı, sözcüklere vurgusu demediğini de diyordu zaten, daha fazla sormadı, gene hayali bir dosya geldi gözünün önüne, harcamak için bir kuşak daha çıkmıştı işte ne verimli bir kaynakmış. Harca harca bitmiyor. Belki de bitti.