Son günlerde Apple tv’ye takılıyorum, Netflix’in algoritmalarından bay gelenlere gönül rahatlığıyla tavsiye ederim. Mubi kadar kasmasa da hem ödüllü filmlere hem de gişede başarılı olan yapımlara yer veriyor.
Herkesin pek bayıldığı ancak benim gözüme bir türlü giremeyen Anthony Hopkins’e ikinci Oscar’ı getiren The Father’ı bir solukta okunan kitaplar misali izledim.
Neden bu ifadeyi kullandığıma gelince.. Ben yaşlılık üzerine olan filmleri çok zor izliyorum. Hem Batı hem Doğu sinemasında yaşlılık ve yaşlılar en belirgin temalardan biri haline geldikçe kaçıyorum. O yüzden alzheimer hastalığını odağa yerleştiren bu filmi de epey geç izledim. Olivia Colman’ın kusursuz yorumu olmasa Hopkins’in bu başarıyı yakalayabileceğini sanmam. Oyunculuk etkileşim işi sonuçta. Yönetmen Florian Zeller, kendi buluşu mu bilmem ama çok zekice bir yol izlemiş ve alzheimer gerçeğini yaşlı bireyin zihnine nüfuz ederek anlatmış. Kamerayı doğru yere yerleştirmiş; hastalanan organ beynin içine..
Bugün her ailede bir alzheimer hastası var. Konu mühim yani. Ancak tüm yapıtlarda olayı dışardan bakan, genelde de yaşlı bireyin bakımını üstlenen kişinin gözünden izledik. Bu filmde Hopkins’in canlandırdığı alzheimerlı baba karakterinin beyninin giderek kararan dehlizlerine giriyoruz, onunla birlikte bu muhteşem organın çöküşünü yaşıyoruz. Benim en çok hoşuma giden çöküşün de muhteşem oluşu. Sarsıcı ve şaşırtıcı bir deneyim sunuyor film bize. Aynı zamanda da sürprizi bol bir kurgu. Alzheimer’ı ilk kez bu kadar net anladım diyebilirim.
Julianne Moore’a 2014’te Oscar ödülü getiren Still Alice (Unutma Beni) filmi de alzheimer’ı hasta birey üzerinden aktarsa da, o yapımda daha çok Alice karakterinin hastalığını öğrenmesi, ailesine ve kendisine kabul ettirmesi, benliğini tamamen yitirmeden önceki zorlu mücadelesi anlatılıyordu. Bir önemli fark da Alice’in genetik sebeplerle genç yaşta alzheimer’a yakalanmasıydı ki bu da filmin dram yükünü artırıyordu. Her iki yapım da benden tam not aldı.