Cem Yılmaz Diamond Elite Platium isimli gösteriyi yılbaşı gecesi Netflix’te izleyenlerden değilim. Zaten bu gösteriden haberim de ancak izleyenlerin beğendim/beğenmedim çekişmesine sosyal medyada rastladıktan sonra oldu.
Cem Yılmaz bizim kuşaktan sayılır. Yani 70’lerde ilkokula gidenler, 80’lerin sonunda ya da 90’ların ilk yıllarında iş hayatına başlayanlar gibi düşünebiliriz kabaca. Benim oğlum ise Z kuşağı olarak geçiyor. Bu tip adlandırmalar, kategorize etmeler çoğu bakımdan faso fiso olsa da /misal bendeniz sorsanız X kuşağı sayılıyorum, ancak nedir bu X diye bakınca tek bir özellik bile benimle eşleşmiyor/ gene de birkaç şey söyleyebiliyor genele. Belki de ben bir Z kuşağı annesi olduğum ve bu kuşağı fazlasıyla yakından bildiğim içindir.
Esasında I pad jenerasyonu demeyi daha uygun buluyorum ben oğlum ve akranlarına. Neden derseniz, Z kuşağının hepsi I pad nesli değil. Daha çok 2006’dan sonra doğanları kapsıyor bu tanım. 2000’lerin en başında doğan Milenyum bebekleri çok farklı bir kuşak örneğin. Ne sosyal medya var ne de cepte İnternet. Yaş farkına rağmen içine doğdukları teknoloji itibarıyla Y kuşağı ile neredeyse tamamen aynı, hatta bize de yakın bir kuşak.
Bu iş bir noktada öyle bir yol ayrımına geldi ki beş yılda çağ değişti. Dolayısıyla benim oğlum kendisinden birkaç yıl büyük kuzenleri, arkadaş çocuklarını filan asla akranı gibi görmüyor.
Bu meseleyi neden bu kadar irdelediğime gelince…
Yakından tanımak şerefine nail olduğum Z kuşağının günlük hayatta beni en fazla şaşırtan yanı nedir biliyor musunuz?
Eğer yakın çevrenizde en az bir adet Z yoksa bilemezsiniz.
Hadi söyleyeyim…
Şöyle ki, bu Z’ler bizim gençliğimizde ve sonrasında her gün ekranlarda maruz kaldığımız, o zamanın basılı gazete ve dergilerinde göre göre baygınlık geçirdiğimiz ne kadar ünlü ya da adını öyle ya da böyle bir şekilde duyurmuş kişi varsa, işte onların tekini bile tanımıyor. İster siyasetçi olsun ister diktatör/misal Tansu Çiller ya da Kenan Evren/ ister şarkıcı isterse de TV yıldızı.
Sanırım bu tuhaflık insanlık tarihinde ilk kez bu kuşağa denk geldi. O yüzden tarihi önemi de var bu tespitin. Kuşak çatışmasından farklı bir durum söz konusu burada. Örneğin 70’lere 80’lere, 90’lara bakarsak, anne babamızın hatta anneanne’lerimizin sevdiği, onların devrinin tüm yıldız şahsiyetlerini, Cahide Sonku’dan tutun da Belgin Doruk’a, Cary Grant’dan Dean Martin’e kadar bizler de bilirdik. Sinema, tiyatro, ekran, sahne fark etmezdi. Tek farkımız bizim onları annelerimiz kadar ya da hiç beğenmiyor oluşumuzdu. Hatta bir önceki kuşağın hayranlık duyduğu isimlerin ve işlerin önemli kısmı bizler için alay konusuydu.
İşte bu gerçek bir kuşak çatışmasıydı. Biz bunu yaşadık, hem de dibine kadar. İyi ki de yaşadık. Bu çatışmanın her iki tarafa da çok şey kattığını düşünüyorum.
Bu arada medyanın bastırması ve popüler kültürün gazlamasıyla tüm jenerasyonların ortak idolleri de oluşmuştu.
James Dean, Marilyn Monroe, Elvis Presley, Rita Hayworth, Kraliçe Süreyya, Beatles ve onlarcası. Çoğu ben doğmadan hakkın rahmetine kavuşmuş olsalar da yüzleri ve işleri her yerdeydi. Dolayısıyla bir kısmına ben de kendimi yakın hissetmişimdir. Hatta ilkokulda iken Cary Grant’a aşıktım. Adam 1904 doğumlu. Düşünün yani. TRT sağ olsun diyelim.
Marilyn gibi ortak idoller ise ölümsüz addedilirdi.
Acaba öyle mi?
Şimdi görüyoruz ki değil. Bu isimlere ve benzerlerine bırakın ölümsüzlük atfetmeyi, adını dahi duymuş değil Z’ler.
Geçenlerde mini bir sosyal deney gerçekleştirerek, bu Z’lere “Marilyn sizce de dünyanın en güzel kadını mı?”, diye sordum. Amacım güzellik algısının değişip değişmediğini test etmekti. Yüzüme öylece baktılar. O zaman bende jeton düştü ki, efsane sarışından haberleri bile yok. Daha da ilginci, Andy Warhol’un 1967’de yaptığı pop art Marilyn portresine aşinalar. Ancak portredeki yüzün Marilyn olduğunu bilmiyorlar ve anonim sanıyorlar. Demek ki Marilyn ulaşamasa da pop art, bugünlere ulaşmış, buradan bu çıkarımı da yapmış bulunalım.
Marilyn’e, Beatles’a bunu reva gören hayat Cem Yılmaz’a, Bayülgen’e vs ne yapmaz değil mi?
İşin şakası bir yana, hakikaten Z kuşağı bizim zamanın ünlülerini, neymiş bu diye beş dakika bakmak için dahi merak etmiyor. Yapacak bir şey yok.
Onların takip ettikleri kim varsa, hepsi de kendini sosyal medya mecralarında var etmiş bireyler. Zaten zurnanın zırt dediği yer de burası. Sosyal medyada yoksan, gerçek hayatta da karşılığın yok. Z’ler için bu böyle. Ancak burada kast edilen Cem Yılmaz ve benzerlerinin gidip de kendilerine bir instagram ya da Twitter hesabı açmaları değil. O kadarını zaten dolmuşçu dayılar da yapıyor artık. Sosyal medyayı kendi sahnen olarak kullanmıyorsan yeni jenerasyonun kapsama alanı dışındasın. Komedi de bu böyle, müzikte de, moda işinde de. Yeme içme sektörü de bu dediğime dahil elbette.
Okan Bayülken geçenlerde, Z kuşağından hazetmediğini beyan etmişti, yanılmıyorsam. Tabloyu netleştirelim; Z kuşağı, Okan Bayülgen’in kendilerinden hazetmediğini bilmiyor..
Daha önce Bayülgen’i hiç izlemedigi gibi bu sözlerinden de haberdar olmadı.
Cem Yılmaz ise filmlerinden ötürü /kendisi 15 film çektim dedi, bu kadar fazla sayıda olduğunu ben de yeni duydum/ bu kuşak arasında daha fazla tanınıyor. Ancak sahne show’larını ne canlı ne de ekranda izlemişler. Merak edenine de en azından ben rastlamadım. Ancak takip ettiğim kadarıyla Z kuşağı tüm komedi, hiciv, kara mizah, tatlı su mizahı artık adı ve türü ne olursa olsun bu türden üretimi sadece instagram ve youtube’tan izliyor. İzliyor derken, orijinalinin dijital içerik olarak hazırlanmış olması şart. Cem Yılmaz ve benzerleri zaten baştan bu şartı karşılamadıklarından, başka ve elbette daha eski bir döneme aitler.
Cem Yılmaz’ı sahnede ben de hiç izlemedim. Filmleri ise asla bana hitap etmedi. Zaten bir iki denemeden sonra gerisini takip etmedim. Ancak ilginçtir, Pandemi’de evde oturduğumuz dönemde biraz tesadüfi de olsa internette bu işlere denk geldim. Art arda pek çok bölüm izledim. Açıkçası öyle gülmekten karnıma ağrılar filan girmedi ama Cem Yılmaz’ın muazzam sahne enerjisini ve seyirci üzerinde kurduğu hakimiyeti ekrandan dahi hissetmek mümkündü. Anladım ki yılların başarısı tamamen bu iki yetenek üzerine inşa edilmiş. Espriler arkadan geliyor gibi.
Zaten bahsettiğim karşılaştırmalar, ayrımlar vs uzun zamandır zihnimi meşgul ettiğinden, sosyal medyada kopan gürültüyü görünce yılbaşı ertesinde Netflix’teki Cem Yılmaz show’unu açmam şart oldu.
İki saatlik performansın sonlarına doğru biraz sıkıldım. Ama “ne bu ya” deyip, yarıda bırakanlardan da olmadım.. Show bir şekilde beni içine çekti. Ünlü komedyenin 30 – 60 yaş arası olduğunu tahmin ettiğim esaslı hayran kitlesi, eskisi gibi güldürmediğinden şikayetçi en çok. Ben eskiden de pek gülmediğimden, işin o kısmı beni etkilemedi. Aslında bu kez birkaç yerde kahkaha bile attım.
Hoşuma giden tarafı ise, Cem Yılmaz’ın ilk kez biraz hüzünlü, dertli denemese bile benim tabirimle yüklü yani hayatın yükünü taşımayı bilen bir hal ve tavır içinde olması idi. Daha önce bu tavrın çok uzağındaydı ve bu da ister istemez sahnesine nitelikki seyircinin beklediği derinlik yerine sığlık katıyordu. Ancak bugün gözlemlediğimiz görece olgun tavır espriye yansımamış. Dolayısıyla yani espriyle desteklenmeyince de insanlar sahnede daha yorgun daha yılgın ve enerjisi düşük birini gördüler. Sanırım hayran kitlesindeki hayal kırıklığının sebebi bu uyumsuzluk.
Yılmaz’ı İngiliz Ricky Gervais (The Office ve After Life) ile kıyaslayan da çok..Kendi adıma Gervais’in işlerinin çok daha sofistike olduğunu söyleyebilirim.. Bayağı dolu biri Gervais ve olaylara salt “ben buradan ne espri çıkarırım” gözüyle bakmadığı belli.
Komedyenlik eğer uzun soluklu olacaksa çok ciddi birikim ve bıkmadan usanmadan kültürel anlamda zenginlik yaratacak farklı unsurları üst üste koymayı gerektiriyor. Gençlik çağlarında edinilen birikim ve Allah vergisi yetenek pek çabuk tükeniyor ve yaptığınız her şey de yavanlaşıyor haliyle. Hele ki bu zamanda.
Bir de şu var; Türkiye’nin uzun zamandır içinde bulunduğu ağır şartlar artık öyle her şey normalmiş gibi yapılan durumları kaldırmıyor. Mış gibiyi geçtik çünkü. Bu ağır şartlardan espri üretelim desen, ben çok fazla başarı şansı tanımıyorum. Kaldı ki Cem Yılmaz’ı tarzı olmayan, bilmediği bir alana sürüklemenin de manası yok.
Atıyorum, memleketin birinde ekonomik kriz patlak verir, adamın/kadının biri de çıkar sahneye dibine kadar dalgasını geçer. İnsanlar buna gülebilir. Çünkü içten içe her türlü krizin geçici olduğu bilinmektedir. Komedi burada süreci atlatmaya yardımcı etkendir.
Ülkemizde ise bir rejim krizi yaşanıyor. Rejim içinde kriz yaşamaktan çok farklı bir durum. Buradan sanat ya da espri çıkarmak epey deha gerektiriyor.
Diyeceğim o ki, bu işler artık eskisi kadar kolay değil.
Yazının sonuna geldik ama kadın Komedyenlere lafı bir türlü getiremedik. Başlarken mevzunun bu kadar derinleşeceğini ben de tahmin etmemiştim. Çok su kaldıracağını düşündüğüm bu konuyu da sonraki yazılarda irdeleyelim, diyelim..