Kapı çaldı. ”İşte, beklenen misafir geldi.” Bu, erkek kardeşiyle yıllarca sürdürdükleri bir oyundu. Kapının her çalışında, kim gelirse gelsin ikisi birden bağırırdı: Beklenen misafir geldi! Abla- kardeşe göre kapıcı Yunus Efendi de misafirdi, anneanne de, her gün uğrayan konuşkan komşu teyzeler de, zili çalanlar da, misafir olsun olmasın oyuna katılırdı. Büyüdükçe her misafirin beklenmediğini anladı. İstenmediğini, dahası kapıya her gelenin misafir olmadığını. Koltuktan, göğsüne çöreklenen ağırlığın altında ezilerek doğruldu. Gene de kalkabilmişti. Öyle gerekiyordu. Kapının zili çalmıştı bir kere. Misafir olmasa da beklenen an gelmişti. Ama bu seferki bekleme çocukluğundaki gibi hevesle değil de can sıkıntısı yüklüydü. Kadın, telefonda söylediği gibi tek başındaydı.
İki kadın kapı eşiğinde bir an birbirini süzdü. Zili çalan, yola çıkmadan evvel isteksiz alıcı tavrını üzerine kuşanıp da gelmişti. Buna karşılık kendisinin de tok satıcı rolüne bürünmesi gerekirdi belki. İyi de benim öyle numaralar çevirmeye hiç mecalim yok ki, diye geçirdi aklından. Yoktu hakikaten. Hele son zamanlarda. Yerde miydi gökte miydi, belli değildi.
İçeri buyur eder etmez, kadın onu beklemeden salona daldı. Vahşi arsızlığı üzerine ağır kokulu bir parfüm gibi sinmişti. Daire, içindeki antikalarla birlikte satılacağı için alıcı kadın her bir parçayı tek tek inceliyordu. Sanki zihninde bir envanter çıkarıyor ya da pek karmaşık hesaplar yapıyormuş edasıyla dolanıyordu. Çin işi yüksek büfenin önüne gelince aniden durdu. Büfenin üzeri evin oğlunun liseden beri uğraştığı wire art, tel işi objeler için mütevazı bir sergi alanı görevi görmekteydi. Alıcı kadın rastgele, elini bunlardan birine uzattı, çevirip altına baktıktan sonra tekrar yerine koydu. Son günlerde eve girip çıkanlardan ötürü bu özensiz tavrı artık iyi biliyordu. Bir şeyi değersizleştirmek için kısacık bir an yetiyordu onlara göre. Oğlanın hevesini, gençlik emeğini, maharetini basit gibi görünen bir el hareketi ile sıradanlaştırmak istemişti kadın.
Böylelerini bir görüşte tanıyabilecek kadar uzun yaşamıştı. Kimilerinin hayattaki tek derdi karşısındakine az ya da çok zarar vermekten ibaretti. Sebep oldukları hasara aldırmazlardı çoğu zaman. Nefesiniz azıcık kesilse yeterdi onlara. Kendi adına, kadına alışkın olduğu minik zafer duygusunu yaşatmadığı için bu küçük oyunun kazananı kendisi olmuştu.
Oğlunun telleri büke büke büyük bir sabırla ortaya çıkardığı bisikletli adamın, arp çalan kadının, bebek arabası süren zürafanın gururu incinmiş gibi geldi. Yeniden kendilerini toparlasınlar diye, bakışlarını her birinin üzerinde şefkatle gezdirdi. Aynısını zaman zaman kimbilir neden, boynunu büken salon bitkilerine de yapardı. Her seferinde canlanıp, yeşillenmeleri bu yöntemin işe yaradığı kanısını güçlendirmişti onda. Hatta sıklıkla aynı sonucu veren pek çok davranış gibi zamanla bu da bir tür inanca dönüşmüştü.
Alıcı kadın salondan çıkıp, arka odalara doğru yöneldi. İsteksiz alıcı taklidini insanı hem bıyık altından güldüren hem sinir eden bir ciddiyetle sürdürmekteydi. O, odayı terk ettikten sonra minik sanat eserleri eski mutlu hallerine geri dönmüştü sanki.
Evle beraber eşyaların bir kısmını ve antikaları satmak bunca yıllık hayatındaki en zor kararı olabilirdi. Şimdi alıcı kadına evi dolaştırırken, ne işim var benim bu arsızlarla düşüncesi hepten kendini göstermişti. Gene de yüzündeki mağrur tebessümü koruyabildi. Olaylar üzerinde olmasa da kendi üzerinde o kadarcık bir denetim sağlayabiliyordu hâlâ.
Nasıl bu kadar parasız kalmışlardı? Evlatları nasıl olmuş da ondan medet umar hale gelmişti?
İçine düşülen durumlar mıydı onları buralara getiren, yoksa bile isteye yaptıkları mı?
Hiçbirinin yanıtı yoktu onda. “Yeterince yırtıcı yetiştiremedim onları,” dedi, “oysa şu kadına bakın, alıcı kuşlar gibi yırtıcı. Vahşi. Arsız. Benimkileri çiğ çiğ yiyecek kadar iştahlı.”
İçinde bir yerde önce inceden başlayan sonra giderek varlığını belli eden sinsi bir sızı duyumsadı.
“Bunlar gerçek mi?” diye sordu aniden alıcı kadın. Eliyle, karşılıklı konulmuş iki büyük Japon vazosunu işaret ederek. - Gerçek, derken? - Yani Çin mi? - Hayır. - Yani sahte mi? - Hayır. - Ne peki? - Orijinal. - Yani? - Japon. Kafası karışan alıcı kadın ilk kez açık vermişti. Yüzündeki bilmiş ifade siliniverdi. Anın tadını çıkarabilirdi. Böyleydi işte. Havalarını söndürmek insanın iki dakikasını alırdı. Ama daha ileri gitmedi. Kafasında ne olursa olsun evi hemen satmak fikri vardı. Pişmiş aşa şu katmaya gerek yok, diye düşündü. Sadece bitkilerini ve oğlunun tel bükmelerini alacaktı. O kadar. Geri kalan ne varsa bundan sonraki varlığını büyük olasılıkla bu yırtıcı kuşu andıran kadınla sürdürecekti. Ne büyük bir haksızlık! Onsuz… Onlarsız…
Şu ana kadar çıkan en ciddi müşteri ne de olsa. İsteksiz hali numaraydı. Biliyordu. İyi ki bu şehirde kalmayacağım, diye geçirdi içinden. Yoksa dayanamazdı. İş, bir evi satmaktan çıkmış, hayatının geri kalanını elden çıkarmaya dönmüştü.
Hayatı, farklı yaşantılar bütünü olarak tanımlamaya yatkındı. Kendi hayatını bir bütün olarak ele aldığında ya da çocukluk, genç kızlık, öğrencilik, annelik gibi farklı dönemlere böldüğünde karşısına hep bu ev çıkıyordu. Evlenince taşındığı Ankara’daki tek katlı bahçeli ev hariç, ömrü bu geniş apartman katında geçmişti. Yargıç olan kocasının otuz beşine üç gün kala kalbi duruverince, biri dört öteki iki yaşındaki çocuklarıyla İstanbul’a geri dönmüştü ki dönüş o dönüş.
Kendisinin de hep çok sevdiği bu güzel evde, bu zarif eşyalar arasında öleceğini zannetmişti bugüne dek. Bu düşünce ona huzur verir, gençliğinde vakitsiz büyük acılar yaşamasına neden olan ölüm olgusunu kabullenmesini kolaylaştırırdı.
Limon kokulu yatağında yatarken, sağındaki pencereden görünen ve gövdesi oturdukları kata kadar uzanan akasya ağacıyla her sabah sohbet ederdi. Bu ağacı hiç sahip olmadığı ablası yerine koymuştu küçüklüğünden beri. Ağacın yapraklarını ezelden beri onu gözetleyen iri yeşil gözler olarak düşünürdü. Küçük bir kızken de korkmazdı bu gözlerden, tam tersi güven verirdi, geceleri onu izler, uykusuna nöbetçilik ederdi o yapraklar. En çok da uykusuz kaldığı uzun yaz gecelerinde.
Akasya ağacının kendisinden sonraki dostları da kumrulardı. ”Üsküdar’a gidelim. Soğuk sular içelim.” Bu eski İstanbul tekerlemesi, hem kendi çocuk kalbini hem de babasız büyüttüğü kızıyla oğlunu avutmuştu yıllarca. Kumrular, Boğaz’ı geçemezmiş, o yüzden de asırlardır birbirlerine çaresizce bu sözleri tekrar eder dururlarmış. Annelerin kızlarına nesillerdir aktardığı bir şehir masalıydı bu.
Genç kocası gibi kalp krizi geçirerek ölmeyi istemezdi. Hele uykusunda her şeyden habersiz. Pek çok insan böyle bir ölümü hayırlı bulurdu. Çekmeden, kimseye yük olmadan. Ama o öyle düşünmüyordu. Yük olmak istemezdi elbet, ama konu bu değildi.
Evlatları yanında olsun isterdi her şeyden önce. Hem oğlu hem kızı. Kızından olan tek torunu. Ne kadar güzeldi her biri. Bakmaya doyamaz, öpmeye kıyamazdı. O taze simaları seyrederek veda etmeliydi hayata. Bilinci mutlaka yerinde olmalıydı. Gücü tükenirken, sevdiklerinin elini tutmalıydı.
Hatta birkaç gün sürmeliydi bu seramoni. Bir insanın kendi cenaze törenine katılması başka türlü mümkün olmazdı ki bu da büyük bir ayrıcalıktı. Her biri ile tek tek vedalaşmak, söylenecek ne varsa söylemek, hatta birlikte biraz gözyaşı dökmek ne hoş olurdu.
Hep böyle düşlemişti. Ancak olayların akışına bakılırsa, nerede öleceği belli değilse de doğduğu bu evde olmayacağı kesindi artık. Alıcı kadın herhalde kendi için asla böyle bir cenaze törenini aklından geçirmezdi. Hatta şu anda düşüncelerini okuyabilse deli derdi büyük ihtimalle. Ev satılırsa, bir ay içinde kızının yanına taşınacaktı. Damadın batırdığı işlerin borçlarını kapatmak içindi biraz da bu kargaşa.
Limon ağacı yatağında acaba daha kaç gece uyuyabilecekti? En fazla on beş, bilemedin yirmi gece. O da uykuya dalabilirse. ”Dolunay olmaz umarım bu akşam,” diye geçirdi içinden. Derken o gecenin yılın en uzun gecesi olduğunu hatırladı. Uykusuzluktan yıldıkça korkar olmuştu uzun gecelerden. Gençlikte sevdiğin yaşlılıkta düşmanın oluverir. Gene de yenilmek istemiyordu kötü düşüncelere. İçine bir sıkıntı geldiyse de çabucak savuşturdu. “Bu geceyi değil, yarın sabahı ve yarından sonra aydınlığa çıkacak günlerini düşün,” diyerek kendini teskin etti. Yılın en uzun karanlığını da atlaktıktan sonra refaha erişecekmişcesine umutlandı. Günler uzadıkça, çektiği sıkıntılar bir nebze olsun hafifleyecekti mutlaka. Kocasının hayaline sarılıp uyuduğu geceler eskimiş, o hayallerden de çoktan vazgeçmişti. Günlerin uzamasına ne çok bel bağladığını fark edip, şaşırdı.
Alıcı kadını yollar yollamaz pek sevdiği antikalarına geri döndü. Son günlerde televizyon izler gibi karşılarına geçip, bu nadide parçaları seyrediyordu. Seyrettikçe eski günler gözünde canlanıyor, sanki her biri dile geliyordu. Bu da bir çeşit veda sayılırdı. Çocuklarının minicik, annesinin sağ olduğu, sürekli koşturduğu zamanlar geliyordu aklına hep. Gene alıcı kadının zili çaldığı andakine benzer bir ağırlık yokladı göğsünü. Yatağagidişini mümkün olduğunca ertelemek istiyordu. Böylelikle en uzun geceyi kendince kısaltıyor, daracık bir zamana sıkıştırmaya çalışıyordu.
Bunca kuruntuya rağmen, o akşam nasıl olduysa kolayca daldı uykuya. Düşünde akasya ağacı ona tatlı tatlı bir şeyler anlatıyordu. Yaşlı ağacı düşünde ilk kez görüyordu. Uykusunun en tatlı yerinde melodik bir zil sesi duydu. Gene mi kapı çalıyordu? Rüya mıydı, kapıyı çalan gerçekten var mıydı, rüya değil gerçekse yataktan kalkacak takati kalmış mıydı? ”Beklenen misafir geldi,” dediğini duydu birinin. Ama kim? Bildiği, tanıdığı bir ses değildi bu. Doğrulmasına fırsat kalmadan, göğüs kafesine bir çift kumru gelip yerleşti, ikisi de kanatlarını deli gibi çırpmaya başladı. Üsküdar’a gidelim, Soğuk sular içelim… Üsküdar’a gidelim, Soğuk sular içelim… Nedir bu heyecan? Durun biraz, derken kumruların kanat çırpışı zayıflamış, bir süre sonra kumrular kanat çırpmayı bırakmıştı. Elleri tüy gibi hafifledi o anda. Son bir çabayla karanlığa uzattı başını. Çocukları gelmişti. Gecenin bu saatinde. Nasıl haber almışlardı acaba? Güzel yüzlerine baktı. Yatağın ayakucundan mis gibi evlat kokusu geldi burnuna. Oğlu çilek, kızı mandalina… Sabaha varmayan zifiri, upuzun, tuhaf bir geceydi.